Ekonomide temel varsayımlardan biri şudur: Faiz oranı yükseldiğinde, bireyler tüketimi azaltır, tasarrufa yönelir. Çünkü faiz, paranın bugünkü harcamaya karşılık gelecekte kazanabileceği getiriyi temsil eder. Dolayısıyla yüksek faiz, harcamayı ertelemeye yönelik güçlü bir teşvik olarak çalışır. Teorik düzlemde bu denge nettir. Ancak Türkiye özelinde bu model, beklendiği şekilde işlememektedir.
Türkiye’de faiz artırımı sonrasında tüketimin anlamlı biçimde azalmaması, klasik ekonomik teorilere aykırı gibi görünse de, aslında derin sosyo-kültürel dinamiklerle açıklanabilir. Bu dinamikler, bireylerin rasyonel değil, sosyal, duygusal ve beklenti odaklı kararlar verdiğini gösteriyor.
Bir birey açısından bakıldığında, faiz yükseldiğinde yapılacak mantıklı hareket, birikimi artırmak ve harcamaları kısmaktır. Çünkü yüksek faiz, tasarruf edenin kazancını artırırken, krediyle borçlanmayı da pahalı hale getirir. Böylece hem tüketim azalır hem de yatırım iştahı düşer. Nihayetinde, azalan talep fiyatları baskılar ve enflasyon geriler.
Ancak Türkiye’de faiz artışı, bireyleri bu yönde davranmaya her zaman ikna edemiyor. Bunun birkaç temel nedeni var.
Birincisi, gelir güvencesi zayıf olan toplumlarda “gelecek odaklı” değil, “bugün odaklı” davranışlar yaygındır. Yarın ne olacağını bilmeyen birey, fırsat maliyetini değil, bugünkü ihtiyaç ve arzularını önceleyebilir. Türkiye’de, özellikle orta ve alt gelir grubunda, bu anlayış oldukça yaygındır.
İkincisi, Türkiye’de uzun süredir yüksek seyreden enflasyon, bireylerde “bugün al, yarın daha pahalı olacak” algısını pekiştirmiştir. Bu da enflasyonla mücadelede en etkili araçlardan biri olan beklenti yönetiminin zayıf kaldığını gösterir. İnsanlar, fiyatların düşeceğine dair bir güven taşımadığında, faiz artsa bile harcamaktan vazgeçmezler. Aksine, ileride erişimin daha zor olacağına inanarak talebi öne çekebilirler.
Üçüncüsü, tüketim Türkiye’de yalnızca ihtiyaç temelli değil, aynı zamanda sosyal bir statü göstergesidir. Veblen’in gösterişçi tüketim teorisine uygun şekilde, harcama yapmak birçok kişi için sosyal görünürlüğün, “başarı”nın ve “aidiyet”in bir aracı haline gelmiştir. Bu kültürel yapı, rasyonel ekonomik davranışla çelişebilir. Çünkü bazı bireyler için tasarruf etmek değil, harcayarak görünür olmak daha önceliklidir.
Dördüncü olarak, özellikle son yıllarda dijitalleşme ve kolay erişimli finansman olanakları nedeniyle tüketim kararları daha hızlı alınmakta, bireyler kredi kartı ya da taksitli alışveriş gibi yollarla gelecekteki gelirlerini bugüne çekmektedir. Bu davranış biçimi, aslında faizle oluşturulmak istenen fren mekanizmasını zayıflatmaktadır.
Bu çerçevede, Türkiye’de faiz politikalarının doğrudan enflasyonu düşürücü etkisi sınırlı kalabilmektedir. Çünkü bu politikaların başarılı olabilmesi için yalnızca rakamlar değil, bireylerin davranış kalıpları, beklentileri ve toplumsal refleksleri de dikkate alınmalıdır.
Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde, faiz artırımı gibi geleneksel araçların tek başına yeterli olmayabileceği açıkça ortadadır. Ekonomi politikaları yalnızca teknik değil; psikolojik, sosyolojik ve kültürel temellere oturmalıdır. Merkez bankalarının bağımsızlığı, iletişim dili, fiyat istikrarına dair güven inşası ve gelir dağılımının iyileştirilmesi gibi yapısal alanlar, bu mücadelede hayati rol oynamaktadır.
Sonuç olarak; faiz oranı tek başına tüketimi düşürmeye yetmiyorsa, sorun bireylerin rasyonel davranmaması değil, sistemin bu gerçekliği hesaba katmamasıdır. Türkiye’de ekonomik davranışları sadece modellemelerle değil, insan doğasına dair daha derin bir anlayışla analiz etmek gerekiyor.