HEM’den 23 Nisan Futbol Turnuvası
Kırklareli Valisi Ekici, turizmcilerle bir araya geldi
AK Parti’den Ümmüşoğlu ailesine taziye ziyareti
TEMA 12.Ekolojik Okul; Hayal Kreş ve Gündüz Bakım Evi oldu
Bu yazı 31 Ekim 2015, Cumartesi 09:33:36 tarihinde eklendi. 2957 kez okundu.
12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto

VEBAL -

VEBAL

VEBAL

Bu ülkenin evlâdı olabilmek, kesinlikle vebal ister…

İster Türk, ister Kürt, ister Laz, Çerkez, Gürcü, Ermeni veyahut ki kendimizi hangi kimlik ve isimle tanımlıyor ve anıyorsak analım, eğer ki bu toprakların evlâtları isek, bir vebal taşıyoruz demektir. 
Omuzlarımızda büyük bir yük vardır ve bizler de o yükün altından kalkmasını bilmeliyiz. 
O yükün altından kalkamıyorsak, insanlıktan da, insan olma hakkından da asla ve asla bahsetmemeliyiz.

Açık söylüyorum:

Kendimizi nasıl tanımlıyorsak tanımlayalım, eğer ki bu toprakların bir evlâdı isek ve bu topraklarda yaşıyorsak, önce bu toprakların hakkını verme şerefine, sonra da insan gibi yaşama haddine sahip olmasını bilmeliyiz. Bunu bilemiyorsak, mertlik, haysiyet ve namus adına değilse de, kutsal değerleriniz ne ise, onun adına, bu toprakları kirletmemeliyiz.

Bu ülkenin bir evlâdı olarak, Anadolu’da doğmuş, Ankara’da büyümüş, kuzeyinde, doğusunda çalışmış, güneyinde Avşar çocuklarıyla aynı duygularda ağlamış ve aynı duygularla bayramlaşmışım. 
Urfa’da bir “Sıra Gecesinin” sazendeleriyle, türküler söylerken yürek paralamış, Ayn-ıl Zaliha Gölü’nde, Hazreti İbrahim’i yâd etmişim. Peygamberler diyarının erenlerini zikretmişim.

Adıyaman’da, Komegene’nin izini sürerken, Cendere Köprüsü’nde mola vermiş, Tanrıların dağı Küçük Nemrut’ta, sahte tanrıların heykelleriyle de selamlaşmışım. 

Bingöl’de, Dara Hini’yi ararken, bin parçaya bölünmüş Bingöl göllerindeki molalarımda; “GEÇME NAMERT KÖPRÜSÜNDEN, KO APARSIN SU SENİ, YATMA TİLKİ GÖLGESİNDE, KO YESİN ASLAN SENİ” diye, mertliğin mihenk taşına vurmuşum sinemi, kirlenmemiş dağlarında gecelemişim…

Sütçü İmamların dergâhı Maraş’ı da bilirim, Antepli Şahinlerin yuvası Gaziantep’i de… Hatay’da, kadim dinlerin merkezlerini, çan sesleri arasında adımlarken, minarelerinden okunan ezan sesleriyle kendimden geçmişim… Künefeyi de bilirim, kırma kadayıfını da. Aziz Yorgo’sunu da tanırım, Hafız Mustafa’sını da…

Bu topraklara olan sevdam, hiç bitmemiştir !

Çanakkale’yi gözü nemli adım adım arşınlarken, Settülbahir’de, gözlerimin musluğunu, ana vanasından açanlardanım. Ve ben, bu VATANI BİZLERE EMANET EDERKEN, YALINAYAK, AÇ KARIN, YEDİ DÜVELİN İMANSIZCA SALDIRAN AZGIN KÖPEK SÜRÜLERİNE KARŞI, ÇAKARALMAZ TÜFEKLERİYLE KARŞI KOYAN O ONUR ABİDESİ MEHMETLERİ DE, YİNE O İSİMSİZ MEZARLARINDAN TANIRIM… Gelibolu’nun mazgallarında gezinirken paltolu-kapşonlu giysilerimle Mart aylarında, o gecelerin ayazlarında, bir kuru ekmekle bayram eden Mehmetlerin çaresizliğine ağlarım. Ve bu ülkenin, o sahipsiz Mehmetlerin kanlarıyla karılmış AY-YILDIZLI BAYRAĞINI, Mehmet Akif’in dizeleriyle selâmlarım…

Edirne’de, Uzun Köprü’den geçerken dalgın ve düşünceli, Mimar Sinan’ı, yedi tepeli İstanbul’u gezinirken, bir çağ açıp, bir çağı kapayan Fatih Sultan’ı hatırlarım.

“Siirt’te, Tillo Hazretlerini unuttum” dersem yalan! O’nu da hep dualarıma saklarım!...

“SEVGİNİN ANAYURDU” demişim ANADOLUMA… Alevisini de tanırım, Sünnisini de… Tunceli Cem Evlerinde, pirlerin; “Eline, beline diline sahip ol!” sözleriyle özümü terbiye etmiş, Karadeniz’de gezinirken, ne Sinop zindanlarını ve ne de İkizdere’yi ihmal etmişim.
Samsun’da bir pideyi Terme’sinde yerken, Bafra’da tandırdan daha yeni çıkmış bir lokma kebabına, hep şükretmişim. Trabzon bakırcılar çarşısında gezinirken, “telkâri ustalarını” da yâd etmişim, Anzer Yaylası Şenlikleri’nde de horon tepmişim.
Fındığını toplarken Giresun ve Ordu’da güzeller, Rize’de bir bardak tomurcuk çayını Ardeşen’de, İyidere’nin sazlıklarında içmişim… Yeşille mavinin, iç içe olduğu mekânları, kekik kokuları arasında gezinirken, Sürmene’de mola vermiş, başı yazmalı, ayağında yemenisi ve çağla yeşili gözlü Karadeniz kızlarının ezgilerine eşlik etmişim.

SARHOŞLUĞUM, ERZURUM SULARINDAN KALMADIR ! Kars’ta-Ağrı’da tarihle yâd olmuş, Ani Harabeleri’nde tarihi derlemişim.

“Bir Dağ, Ne Kadar Ulu Olsa, Bir kenarı Yol Olur” diyenlerin diyarlarında, Ata Barlarına eşlik ederken, Erzincan’da peynirin küflü olanını seçmiş, Kars’ta “kaz etinin” o unutulmaz tadına da varmışım.

Van’da, Urartu’yu aramamışım. Tuşba’yı hiç sorgulamamışım… Ahlat’a, Adilcevaz’a uzanmış, Yolçatı Kervansayı’nda, Alparslan’ın şeref bahşettiği bu topraklarda, Selçuklunun baş kentlerinde gezinmişim. Ahlat Mezar taşlarında, ecdadımızın isimli- isimsiz sancaktarlarının izlerini sürmüşüm. Ahlat Kümbetlerinde, bir büyük kültürün, taşlara nasıl da nakış nakış yansıtıldığının sarhoşluğunda gezinirken, Zilan Deresi’nin, tarihin derinliklerinde kalan talihsizliğine yanmış, o topraklarda “evlad-ı sadıkan”ın, ihanetini sorgulamışım. 
Akdamar Adası’nda, “Tamara”nın efsanevi hikâyesi, sadece şiirlerimde saklıdır… Akdamar’ın, nasıl edildi de, “evlad-ı Sadıkan”ın ihanet merkezi haline getirildiğini, Gevaş’ta sorgulamışım. Gevaş Selçuklu Mezarlığını gezinirken, bu toprakları bizlere armağan eden o YÜCE DEVLERİN İSİMSİZ MEZAR TAŞLARINI okşamışım. Şehitler otağının, kimsesizliğine yanmışım…

VE BEN BU ÜLKEMİ, CAN VERİRCESİNE SEVMİŞİM!
Ayder Yaylası’nda, “Ağasar’ın Balını” türküsü söylenirken kemençe nağmelerinde, Karadeniz’in kara gözlü yiğitleriyle özümden geçmiş, Mardin’de Kasımiye Medresesi’nden irfan öğrenirken, Deyrul Zehferan’ı da tanımışım. 
Diyarbakır küçelerinde gezinirken, Deliller Hanı’nda bir bardak kaçak demli çayı yudumlarken, Süleyman Peygamber’in kabrini düşlemiş, Fatiha’mı esirgememişim… Celal Güzelses’i taş plaklardan, Kel Bako’yu kırkbeşliklerden dinlerken, Ziya Gökalplerin de, Süleyman Naziflerin de hatıraları önünde saygıyla eğilmesini bilmiş, Hevsel Bahçeleri’nde, bu topraklardan gelip geçmiş sayılı-sayısız medeniyetlerden ve aşiret devletçiklerinden tut da, bu topraklara hükümran olmak isteyen milletlerin de izlerini sürmüşüm.

Yalan tarihle işim olmaz ! 
Gerçeğinden peşinden adım adım iz sürerek, belki de yalınayak yürüyerek bu günlere gelmişim…

Bu topraklarda, “bir kilo tos, bir otobos” diyenleri de tanımış, “ne kadar ölüm, o kadar rant ! Ne kadar ölüm ve zulüm, o kadar siyasi imkân ve çıkar” diyenlerin, gençliği ölümlere göndermesine de şahadet etmişim. İhanetlerin bu topraklardan, Habil ve Kabil’den bu yana eksik olmadığını da, ilk terör örgütünün de bu topraklarda kurulduğunu çoook iyi bilirim… Ki o Habil, öz kardeşi Kabil’i, menfaat ve çıkar uğruna öldürmesinin ardından, Kabil’i sevenlerin de, bir örgüt kurarak Kabil’i öldürmek üzere, örgütlenmelerinde saklıdır bu toprakların sırrı. Ve o gün, bu gündür, bu topraklardan kan da, gözyaşı da asla eksik olmamıştır. KARDEŞ KAVGALARININ SONA ERMEDİĞİ BU TOPRAKLAR DA, İHANET DE EKSİLMEMİŞ ve “Lawrenslerin” EKTİĞİ TOHUM, “AYRIK OTU” veyahut ki “ZEHİRLİ BİR ISIRGAN OTU” misali, içimizi kemirmiştir. AKAN KANIN TEMELİNDE İHANET VARDIR. KARDEŞ KANININ AKMASININ TEMELİNDE, BU TOHUM SAKLIDIR…

Unutma ki; Emperyalist güçlerin, ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞINI YAŞATTIĞI ORTADOĞU’DA ve COĞRAFYAMIZDA, insanlığın değeri, asla düşünülmüyor ve asla da düşünülmeyecek… Irak’ta yaşadık ve Suriye’de yaşıyoruz… Emperyalistlerin silâh baronları, ürettikleri silâhları bazen petrol, bazen doğalgaz ve bazen de uyuşturucu ticaretinden gelen paralarla tüketime sunuyor. Ve ne acı ki, İslâm coğrafyasına ekilen ihanet tohumunun gıdasıyla beslenen örgütler, bu tüketimin birinci sınıf sefilleri…

Petrolün, gazın, uyuşturucu ticaretinden gelen paranın, kısacası; Yer altı ve yerüstü zenginliklerinin, sömürülmesinde, asla ve asla KÜRT, ÖZNE DEĞİLDİR. Ne Irak’ta, ne Suriye’de ve ne de Türkiye’de. Petrol, doğal gaz ve denizdir özne olan… Onlar için önemli olan, tek bir Coni gebermeden ve KARDEŞİN KARDEŞE KIRDIRILMASIYLA YENİ BİR COĞRAFYA DİZAYNININ, HAZIRLANMASIDIR MAKBUL OLAN…

Bizlerin ve özellikle coğrafyamızın sınırlarını, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kendi çıkarlarına göre çizmiş olan batı emperyalizmi, işte bu noktada ORTADOĞU’nun BEYNİNE SU DAMLATMAKTADIR FİLİSTİN ASKISINDA.

Ve ey Kürt Kardeş!... Senin adını kullanarak yola çıkanlara sakın aldırma… Adı ister PKK, (İran’a geçtiğinde PEJAK, Suriye’ye geçtiğinde de PYD olduğuna aldırma isimlerin) ister IŞİD olsun, coğrafyamızda kan kusan kan içicilerin, batı emperyalizmine hizmetten başka nedir ki yaptıkları?... Ve işte son sahneler… Rusya devrede. “Eğer Ortadoğu’da bir menfaat zinciri doğuyorsa, işin içinde ben de varım” dedi. “Dünya nizamının jandarmalığında, bensiz olmaz bu düğün” dedi… Ve IŞİD’e vururken, batılı ülkelerin kıçına deve dikeni girdi.

Şimdi oturup, 30-35 yıllık yıkıntının bir güzel hesabını cem edip, günah ve sevapların dokümanını yapalım. Ve Kürt tarihini de, “Şerefname”den başlayarak, yeni bir baştan okuyalım. Türk Kardeşine, omuz vermiş, aynı bayramı yürek birliğince kutlayan, aynı “Kitaba” biat etmiş Şerefhanları, Şeyh Sultan Eyyûpleri, İdris-i Bitlisileri, hatırlayalım. Osmanlı Avrupa içlerine girerken ve Fas, Tunus, Cezayirleri topraklarına katarken, Yavuz Selim’e mihmandar olan İdris-i Bitlisi’yi analım…
Bu gün Doğu illerimizde Kürtçe dediğimiz ama Orta Asya Türk Devletlerinde de (Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan hatta Afganistan’da bile) ÖZ TÜRKÇE OLAN DİL YAPIMIZI ARAŞTIRALIM. Geline “buk”, damada “zava”, ekmeğe “nan, suya “av” ve daha binlercesi… Gel de ayrıştıralım. Aslolan şudur: Hödük ve sinsi ayrılıkçı satılmışlara aldanmayalım.

O emperyalist güçleri, bir de Mahabat’tan hatırlayalım... O Mahabat’ı İran Azerbaycan’ında kurduranların, kuranların başına, Molla Mustafa Barzani’nin başına nasıl ve neden yıktıklarını hatırlayalım. Tek sebep vardı, Kurtuluş Savaşı’nda bizleri yok etmek üzere yaptıkları saldırılardaki mağlubiyetin intikamını almak. Ve Mahabat’ı, Türkiye’ye saldırtmak. Türk-Kürt demeden,, bizleri kan denizinde boğazlamak… Eline verdikleri onca silâh ve mühimmata rağmen, Molla Mustafa’nın cevabı; “Ben öz kardeşime, din kardeşime, arkadan vuramam. Bunu beceremem ve adıma da kahpe dedirtemem” olmuştu… Bir örgüt olarak kullanmak istediği Molla Mustafa’nın başına, dünya yıkılmıştı. “sen misin vurmayan?! diye… Mesut bunu çok iyi bilir. Bilir de, İsrail ajanlarının boyunduruğu altından kalkamaz. Kalkamadığı içindir ki, ezberletileni söyler. “Biz, belki de Yahudi ırkından gelmişiz” der. O, en büyük hatayı eder…

Bugün, eline silah verilmiş namertlerin, Yahudi ajanlarının organizesinde, “Arz-ı Mev’ut”a hizmetle, sahte İncillerde yer verildiği üzere, “vaat edilmiş topraklar, taaa Bitlis sınırına dayanır. Fırat ve Dicle’yi içine alarak, Kuzey Irak’tan Lazkiye’ye dayanır… Ve pusuya yatmış Ermeni. En kutsal kenttir Diasporada Bitlis. “Büyük Ermenistan” hayali, orada soluklanır…

Ve Ülkemizde, yürekler paralanır. Analar ağlar, seksenlik dedelerin elleri, duvar diplerinde çaresizce bedenlere bağlanır…

Sorunumuzu el ele vereceğimiz zamanlarda halleder, İNSANCA YAŞAMANIN ONURUNU DA, EL ELE, YÜREK YÜREĞE PAYLAŞABİLİR, HER GELENİN ALTINA DA AT OLMAYABİLİRİZ…

Ve EY SEVGİNİN ANAYURDU, “ANADOLU” NUN EVLÂTLARI!...

Bugün, öze dönme günüdür. Yarına kalmasın öze dönmeler. Yarın çok geç olabilir.

Bu ülke bizim. Bu bayrak hepimizin!

Kimliğimizi nasıl tanımlıyorsak tanımlayalım, bu topraklara ve bu toprağın insanlarına ihanet edeceksek, bu vebal, ruzi mahşere kadar yakamıza takılı kalır.

Bu toprakları kirletme haddine de, onursuzluğuna da sahip değiliz!

YA SEVECEĞİZ, YA DA TERKEDİP GİDECEĞİZ!...

Pir Sultanlar, Mevlanalar, Kars’taki âşıklar, bizden hep bunu bekler… Urfa’da yatan peygamberler, Bitlis’te yatan erenler, Çanakkale’de kefensiz yatan şehitler, bizden bu onuru bekler…

 

 

Yazdır Paylaş
Diğer Yazıları
hurfikir.com.tr’da yayınlanan her türlü yazı ve haber kaynak belirtilmeden kullanılamaz. Sayfalarımızda kaynak belirtilerek yayınlanan haberler ilgili kaynağa aittir ve bu haberlerin kopyalanması durumunda, tüm sorumluluk kopyalayan kişi / kuruma ait olacaktır. Başka kaynak veya gazeteden alıntı yazarlar ve site yazarlarına ait yazılardan dolayı Hürfikir Gazetesi sorumlu tutulamaz.
Tasarım by Webdestek