HEY GİDİ GÜNLER

Yazar - Metin ATLI

 HEY GİDİ GÜNLER  

                 Bugün biraz eski günlerden bahsedelim. Bugün siyaset yok. 1964 Pınarhisar Ataköy (eski adı Yancıklar) doğumluyum. Biz küçükken köyde elektrik yoktu. Lamba yakardık. Ödevlerimizi lamba ışığında yapardık. Ben çocukken köye elektrik geldi. İlk gece sokak lambasının altında gece top oynamaya karar verdik. Kale direği olarak yola 2’şer tane taş koyduk. Adımlarımızla ölçerek 2 kalenin de aynı uzunlukta olmasına dikkat ettik. 6’şar kişi takım kurduk. Plastik topumuz hazır, gece elektrik lambasının yanmasını bekledik. Karanlık çökünce sokak lambası yandı. Biz maça başladık. Sanki gündüz torbaya girdi biz gece maç yaptık. Zevke bak. O maçtan aldığın zevki Fenerbahçe Stadı’nda oynasan alamazsın.

                 Televizyon yok, cep telefonu yok, bilgisayar yok. Behiye yenge felçliydi. Kocası Avcı Sülman ona televizyon aldı. Elektrik yoktu, aküyle çalışıyordu. Siyah beyazdı. Tek kanal vardı. O da akşam 20.00’ de  açılıyor gece 24.00’te kapanıyordu. İlk televizyonu orada gördük.

               Tek zevkimiz sokakta oyun oynamaktı. Saklambaç oynardık, körebe oynardık, misket oynardık, beştaş oynardık, topaç çevirirdik. Şimdiki çocuklar akülü mercedes araçlarını sürüyorlar. Biz gün döndü  kafalarından araba yapar, onu sürerdik. Maliyet bedava. Ne yarışlar yapardık.

              Hayvan otlatmaya giderdik. Bütün çocuklar toplanır oyuna bir dalardık, hayvanları unuturduk. Hayvanlar başkasının tarlasına girer, zarar yapardı. Tarlanın sahibi bizi muhtara şikayet ederdi. Akşama bütün çocukları köy odasına çağırırlardı. Muhtar bazen babacan tavırla nasihat ederdi, bazen kulağımızı çekerdi. Ama evde sopadan kaçılamazdı. Biz büyüdük, çocuklara dayak atmak tedavülden kalktı. Ağız tadıyla bir çocuk dövemedik. Ne şanssız kuşağız. Yediğimiz sopalarla kaldık. Tabii ki şaka. Dayağa karşıyız.

               Bir gün Yaşar’ın babası Almanya’dan köye izne geldi. Babası Almanya da çalışıyor, ailesi köyde yaşıyor. Kurbiş Aliibramın Yaşar. O zamanlar herkes lakabınla anılırdı, soy isim pek kullanılmazdı. Yaşar bizim yaşta, bizim sınıfta. Babası Almanya’dan bisiklet getirmiş. Yaşar bisikletini kiralamaya başladı. Bir miktar para veriyorsun, okul bahçesinde 3 tur atıyorsun. Bisiklete hiç binmedim. Parayı verdim “Ben de bineceğim” dedim. Ben zannettim binince hemen geziyorsun. İki metre gidiyorum, düşüyorum. Gene biniyorum, biraz gidiyorum gene düşüyorum. “Bu ne biçim şey ver paramı geri” dedim. Yaşar paramı vermedi. Verirsin vermezsin bi kavga.

              Yüzmeyi köy deresinde öğrendik, deniz bilmezdik. Denize ilk üniversitede öğrenciyken girdim. Köy de Besim Ağa’nın yeri dediğimiz derenin derinleştiği bir yer vardı. Hepimiz yüzmeyi orada öğrendik. İlk öğrenenler donlarına plastik top veya balon bağlardı. Böylece suyun üzerinde kalır, batmazdı. Şimdi yazlığım var. Çocuklar denizde açıldı mı gidiyorlar. Ben hala Besim Ağa’nın yeri kaç metre uzunsa o kadar yüzebiliyorum. Bir metre ilerletemedim.

                  Pınarhisar’da panayır olurdu. Panayırda dönme dolaplara binerdik, salıncaklara binerdik. Penaltı atardık. Halka atardık. Halkacı kızlar bizi kandırırdı. Son paramıza kadar harcardık. Bazıları köye dönmeye minibüs parasını bile harcardı. Sonra 8’km yaya köye dönerlerdi.

                  Harman zamanı buğdaylar orakla biçilirdi. Tarlaya öküz arabası ile giderken Kıbrıs Savaşı’nı dinlediğimizi hatırlıyorum. Ben küçüktüm biçemezdim, bana demetleri bağlatırlardı, sonra onları tokurcun yapardık, yani demetleri değişik bir şekilde üst üste dizerdik. Sonra demetler harmana taşınırdı. Harmanlar rüzgar alan yüksek yerlere yapılırdı. Demetler harmana yayılırdı. Düven vardı. Düvenin altı keskin taşlarla kaplıydı. Öküz veya atlarla düven çekilir, buğday demetlerini keserdi. En büyük zevklerimizden biri düvene binmekti.  Biz düvenle harman yaparken, dedem meşenin altında kestirirdi. Dedem uyuyunca biz atları koştururduk.  Akşam olunca rüzgar çıkmaya başlardı. Yaba ile saman yukarıya doğru atılırdı. Buğdaylar hemen dibe düşer, saman ise rüzgarda uçarak 1-2 metre öteye düşerdi. Böylece buğdayla saman ayrılırdı. Sonra biçer bağlar çıktı, batoz çıktı, daha sonra biçerdöver çıktı. Harman tarihe karıştı.

              Çocuklar hastalanırdı. Doktoru nerde bulacaksın. Doktor niyetine Halka ninem vardı. Dedemin annesiydi. Herkes ona “Halka Nine” derdi. Adını kimse bilmezdi. Kocası Çanakkale Savaşı’nda ölmüş, genç yaşta dul kalmış, bir daha evlenmemiş. Çanakkale’den geri dönmeyenler öldü mü, esir mi düştü kimse bilmezdi. “Ya esir düştüyse, ya bir gün çıkar gelirse” diye hep bekledi. 86 yaşında öldü, hiç ümidini kaybetmedi, ama kocası dönmedi. Bebek meme emmez halka nineme getirirlerdi. Bebek bütün gece ağlar, gecenin bir hali vakti nineme getirirlerdi. Kimseye bu saatte gelinir mi demezdi. Ağlayan bebeği kucağına alır ona okumaya başlardı. Okurken kimse çıt çıkarmazdı. Duanın sonunda bebeğin yüzüne 3 kere “tü-tü-tü”  der tükürükle karışık üflerdi. Bebek susardı. Nasıl olurdu anlamazdık. İneği hastalanan bir tas yem alır gelirdi, ninem ona da okuyup üflerdi.

             Manastır derede elle balık tutardık. Mağara da balıkları kıstırırdık. Sonra elle tutar dışarı atardık. Arada yengeç çıkardı, arada kurbağa çıkardı, arada yılan çıkardı kimse korkmazdı. Bugün bizim kız evde küçük bir örümcek görse ortalığı ayağa kaldırıyor. Bizim ev kerpiçti, fareler cirit atardı. Sinektir böcektir eksik olmazdı.

              Herkes köpek beslerdi. Bizim de köpeğimiz vardı. Bir gün iri bir çoban köpeği kudurmuş. Gece bütün köyü gezmiş. Diğer köpeklerin bazılarını ısırmış. Kuduz bulaşıcı olduğu için köydeki bütün köpeklerin itlaf edilmesine, yani öldürülmesine karar verildi. Mezarlığın altına büyük bir çukur açtılar. Avcılar tüfekleriyle dizildi. Herkes köpeğini getirdi, öldürüp çukura attılar. Ben de köpeğimi getirdim. Hafif yağmur yağıyordu, herhalde sonbahardı. Köpeğimi gözlerimin önünde vurdular, sonra da çukura attılar. Ağlaya ağlaya eve döndüm. Ama ne ağlamak.

              İlkokul son sınıftaydık. Kepirtepe sınavlarına gireceğiz. Bizim köyden Kıymet öğretmen vardı. Bize evinde kurs verdi. Arada ödev verir; hayvanları sular, yemeğini ocağa koyar gene gelir devam ederdik. Kepirtepe’yi biz O’nun sayesinde kazandık. Hayatımız değişti. Bugün böyle bir kursa dünyanın parasını verirsin, biz bir lira vermedik. Zaten para teklif etsen hakaret sayarlardı. Böyle öğretmenlerin hakkı nasıl ödenir bilemiyorum.

        Dedeme “Püsküllali” derlerdi. Yani “Püsküllü Ali”yi kısaltmışlar. Herkes şapkasına bir tane püskül takarmış ama benim dedemin şapkasında üç püskül varmış. O nedenle bu lakabı takmışlar. Her gece bize masallar, hikayeler anlatırdı. Televizyon yok, her akşam büyükler bize masal anlatırdı. Ağzımız açık dinlerdik. Gel zaman, git zaman bir keresinde Urfa’ya gittik. Bilenler bilir. Balıklı gölün yanında Urfa Kalesi vardır. Yanımıza 10 yaşlarında bir çocuk geldi. “Abi size rehberlik yapayım mı” dedi. Tamam dedik. Başladı anlatmaya. “-Hz İbrahim devrin hükümdarı Nemrut’a karşı gelir. Kral Nemrut un askerleri Hz. İbrahim’i yakalar, kaleye çıkartırlar.  Kalenin altına büyük bir ateş yakarlar ve Hz. İbrahim’i kaleden aşağıya ateşe atarlar.” Dur dedim çocuğa. Sonra ben başladım devamını anlatmaya.- “Hz. İbrahim ateşe atılınca ateş suya dönüşür. Ateşin altındaki odunlar da balığa dönüşür” diye devam ettim. Çocuk öyle bakakaldı. Yanımdakiler, çocuklarım bakakaldı. “Abi sen nerelisin?” dedi. “Trakyalıyım” dedim. “Sen nerden biliyorsun bunları dedi. Çocukken “Püsküllü dedemden çok  hikaye dinledim” dedim. Anlamadı.

                   Bir kişi eskileri anlatmaya başlarsa bilin ki yaşlanmaya başlamıştır derler. Doğrumu dur bilmem ama benim de bugün eskileri yazasım geldi.

   

            

                  

               

             

             

l

           

        

                

          

 

http://www.hurfikir.com.tr adresinden 25 Nisan 2024, 21:55 tarihinde yazdırılmıştır.