“Aile Bağları”

Yazar -

“Aile Bağları”  

Mahalle berberinin “Nasıl olsun abi”  sorusuna Babam “Alabros” yanıtını verdiğinde Benim için okul hayatı başlıyordu.  

Farklı ve ürkütücü bir dünyaya adım attığımı, bağıra çağıra, ağlayarak, leğenden suların saçılarak yıkanılan sabah anladım. Siyah önlük, beyaz yaka, boyna iple asılan ortası delik bir silgi, ucu açılmış bir kalem ve defter. Elindeki zili koşarak çalan adamı çok garipsedik başta. Sonra daimi görevimiz oldu. Sıra olmayı, gülümsemeyen bir öğretmenin sıkıcılığını, Sümüklerimi çeke çeke, silgiyi dudağımla ıslatarak yırtılan defter yapraklarını. Bir türlü düzgün çekemediğim, eğri büğrü çizgileri ve bunun sonunda dayağı (cennetten çıkma) Hüseyin Şentürk öğretmenimizden öğrendik. Teneffüslerde tadına doyum olmayan yarım bıraktırılan oyunları. Ninni dışında bilmediğimiz marş ve şarkılara alışamayan dilleri, Alican’ın çizgilerle top atmasını tutmasını, değişik resimleri. Çarpım tablosunun ezberci ağırlığını. Okul bahçesinde devamlı akan çeşmede ayakkabılarımızı yıkayarak sınıfa girmeyi. Öğretmenlerimizi gördüğümüz anda hazır ola geçerek boynumuz kırılırcasına selam vermeyi alışılmadık her şeyi. Kalıpları belirlenmiş yeni bir hayata ürkerek ve zorlanarak itilsek de öfkeyi direnmeyi öğrenmiştik daha yedi yaşındayken…

Yaz tatilinde köyde (Malkara/Karamurat) öğrendim dayımdan ilk işimi. Omuzuma asılmış bir heybe, içinde yağlı ekmek, boyumdan büyük bir değnek düştük inek ve mandaların peşine. Bir şeylerden ürkerek kaçan sığırların arkasından koşarak geliştirdik ciğer kaslarını… Öğle sıcaklarında “Şoldurmak’ta” öğrendik kurbağaları taklit ederek yüzmeyi.

Bizim kuşak kendi başına tepelerin, dağların, rüzgarın, güneşin, yağmurun, soğuğun, sıcağın soluğunu hissederek yeşeren doğadaki özgürlüğün soluğuyla büyüdüler. Korku sadece dinlediğimiz masallarda vardı. Şimdi ise çocuklarımıza gerçek hayat korku masalı oldu.

 Ananemin yaptığı kocaman köy ekmeği ve sininin ortasında kokusunun tadı başımızı döndüren bir koca tas tarhana çorbası, diz çökülerek oturulan ve sofra örtüsünün diz üzerinden karına kadar çekildiği sofrada iştahla karnımızı doyururduk. Dedenin ninenin, annenin, babanın, ablanın, ağabeyin, kardeşin, dayının, teyzenin ve ara sıra arkadaşın sıcaklıklarının yanında doyardık.  Belki bunun için çokça insandık ve yufkaydı yüreklerimiz.

Şimdi samimiyetle soruyorum… Bizi var eden, sevgi ve şefkatle saran, hayata güvenmemizi sağlayan, sevinci ve acıyı ortak kader kılan aile bağlarımıza ne oldu? Dedeler, nineler, Kardeşler, amcalar, dayılar, halalar, teyzeler, kuzenler, yeğenler… Her gün ortak bir hayatı paylaştığımız, akrabadan daha yakın, her türlü dertlerimizi, sıkıntılarımızı paylaştığımız komşularımıza, arkadaşlarımıza, dostlarımıza ne oldu?  Her biri gerçek anlamda ne yazık ki kalmadı. Bireyselleştik. Bencilleştik. Kişisel hırslarımızın, egolarımızın, maddi kazanımların kölesi olduk. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” dedik. Başkalarının acılarına “Bana ne?” dedik. Kişilikleri parayla, malla, güçle ölçmeye kalktık. Birbirimizi acımasızca eleştirir olduk. En kötüsü de bizden sonraki kuşaklara kötü model olduk.

Hayatın sırları ne kadar basitse, mutluluğun da öyledir. Hala nefes alıyorsak ve alınan her nefeste bir umut demektir. Yeter ki kısa kısa molalar vererek hayatın bütününe bakmayı öğrenelim… Sevgiyle kalın.

.  



 

http://www.hurfikir.com.tr adresinden 26 Nisan 2024, 17:28 tarihinde yazdırılmıştır.