Bir toplumun çöküşü, yalnızca ekonominin, eğitimin ya da adaletin çökmesiyle başlamaz.
Asıl çöküş, gençliğin umudunun kırıldığı, emekçinin alın terinin değersizleştiği,
halkın gözünde "adil" olanın artık "imkânsız" görüldüğü an başlar.
Bugün tam da bu noktadayız.
Yıllardır biriktirilen adaletsizlik, artık hayatlarımızın dokusuna işledi.
Mülakat denilen araç, liyakatin celladına dönüştü.
Yolsuzluk, sadece maddi değil; ahlaki ve toplumsal çürümenin de adı oldu.
Doktorlar gidiyor.
Mühendisler gidiyor.
Öğretmenler gidiyor ya da atanamıyor.
Kalanlarsa çalışırken değil, sabrederken tükeniyor.
Ve bu ülkede hâlâ, bu durumu “bireysel tercih” sanan bir üst akıl var.
Hâlâ sistemin değil, bireyin yetersizliğini konuşanlar var.
Ama artık biliyoruz: bu bir birey sorunu değil, bu bir rejim sorunu.
Çünkü rejimler yalnızca iktidarların tercihiyle değil, toplumun suskunluğuyla da şekillenir.
Bugün bir genç, ülkesinde kalmayı değil, kaçmayı hayal ediyor.
Bugün bir akademisyen, bilgiyle değil; bağlılıkla değerlendirilmek zorunda kalıyor.
Ve bugün bir anne-baba, çocuğuna “çalışırsan her şeyi başarırsın” diyemiyor.
Peki soruyorum:
Bir toplum, gelecek inancını kaybettiği hâlde nasıl yaşar?
Bu sorunun cevabı, artık yalnızca akademik değil, vicdanidir de.
Çünkü bu mesele artık siyaset üstü değil; hayatın ta kendisidir.
Bu bir çağrı değil.
Bu bir fark ediştir.
Bu yazı bir çığlık değil, ama bir uyarıdır:
Halkın sabrı, devletin adaletine olan inancıyla ölçülür.
Ve o inanç, her gün biraz daha yok oluyor.
Eğer bu gidişata karşı bir duruş sergilenmezse,
yarının tarih kitapları bugünleri yalnızca “ekonomik kriz” olarak değil, aynı zamanda “bir vicdan buhranı” olarak da yazacaktır.
O yüzden artık konuşmak yetmez. Adil olanı savunmak, liyakatliyi korumak, emek verene sahip çıkmak; birer tercih değil, birer toplumsal sorumluluktur.
Çünkü bu ülke yalnızca yönetenlerin değil, umut edenlerin de vatanıdır.