Türkiye ekonomisi artık yalnızca büyüme rakamlarıyla değil, bu rakamların mutfakta, pazarda ve kirada nasıl bir karşılık bulduğuyla değerlendirilmek zorunda. Enflasyon, döviz kuru dalgalanmaları ve gelir eşitsizliğinin derinleşmesi, aile bütçelerini yönetilebilir olmaktan çıkardı. Peki, dört kişilik bir aile 2025 Türkiye’sinde yalnızca çalışarak, insanca bir yaşam sürdürebilir mi? Bu soruya yanıt vermek için duygulara değil, verilere bakalım.
2025 yılı itibarıyla net asgari ücret 22.104 TL. Ancak, Türk-İş’in Şubat 2025 verilerine göre dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcamalarını karşılayabilmesi için gereken tutar 23.324 TL’ye yükselmiş durumda. Yoksulluk sınırı ise barınma, ulaşım, eğitim ve sağlık gibi temel giderlerle birlikte 75.973 TL’ye ulaştı. Yani asgari ücretli bir birey, bırakın ailesini geçindirmeyi, kendi karnını bile doyuramıyor. İki kişinin asgari ücretle çalıştığı bir ailede bile toplam gelir 44.208 TL’de kalıyor ki bu, yoksulluk sınırının yaklaşık 32 bin TL altında demek.
Ekonominin büyük fotoğrafı da mikro ölçekteki bu tabloyu doğruluyor. 2024 yılında Türkiye ekonomisi yüzde 3,2 büyürken, cari fiyatlarla GSYH 43,4 trilyon TL’ye çıktı. Yıllık ortalama dolar kuru 32,77 olduğundan, dolar cinsinden GSYH 1.322 milyar dolar olarak hesaplandı. Bu tablo, Türkiye’yi kâğıt üzerinde orta-üst gelir grubuna yaklaştırsa da, enflasyonla şişirilmiş fiyatlarla yapılan bu hesap, ekonominin gerçek refah düzeyini yansıtmaktan çok uzak. Reel büyüme ile nominal GSYH arasındaki fark, yapay bir refah algısı yaratırken, vatandaşın cebindeki karşılığı hızla eriyor.
En büyük yanılsama, kişi başına gelir hesaplamalarında ortaya çıkıyor. 2024 yılı için kişi başına düşen milli gelir 15.463 dolar olarak hesaplandı. Bu rakam, üç kişilik bir ailenin yıllık gelirini 46.389 dolar, aylık gelirini ise 3.864 dolar gösteriyor. Ortalama kurla çevirdiğimizde bu tutar 126.623 TL’ye denk geliyor. Ancak aynı ailede herkes asgari ücretle çalışsa bile toplam gelir 66.312 TL’de kalıyor. Yani matematiksel ortalamalar ile gerçek yaşam arasındaki uçurum 60 bin TL’yi aşıyor. Bu fark, yalnızca gelir eşitsizliğinin değil, ekonomik büyümenin kimler için büyüme olduğu sorusunun da yanıtıdır.
Enflasyonla mücadele, yalnızca faiz artırımlarıyla değil, piyasadaki fiyatlama davranışlarının bilimsel analizlerle düzenlenmesi ve kartel-tekel yapıların kırılmasıyla mümkündür. Gıda ve konut gibi temel sektörlerde kamu, yalnızca denetleyici değil, gerektiğinde doğrudan üretici ve tedarikçi olarak devreye girmelidir. Stratejik stok yönetimi ve fiyat istikrar fonları ile spekülatif fiyat artışları engellenmeden, enflasyonla kalıcı mücadele imkansızdır.
Ekonomik büyüme ancak gelir dağılımının adil hale gelmesiyle anlam kazanır. Türkiye’nin, çalışan yoksulluğunu merkeze alan yeni bir refah ölçüm sistemine ihtiyacı var. Bu sistem, sadece ortalama geliri değil, gelir gruplarının aldığı payı ve bölgesel refah farklarını da izlemelidir. Politikalar, ortalamalar üzerinden değil, toplumun alt gelir gruplarını merkeze alarak tasarlanmadıkça, büyümenin topluma yansıyan bir refaha dönüşmesi mümkün değildir.
Gerçek refah, büyüme oranının yanında "Kim kazandı, kim kaybetti?" sorusuna verilen cevapta gizlidir. Türkiye’nin sürdürülebilir bir geleceği ancak emeğin yok sayılmadığı, sermaye ile emek arasındaki makasın adil bir dengeye oturduğu yeni bir ekonomik modelle inşa edilebilir. Aksi takdirde, büyüme rakamları yalnızca sermaye sahipleri için alkışlanacak, geniş kesimler için ise yoksulluğun sofistike bir istatistikle perdelenmesinden ibaret kalacaktır.